• Ekim 01, 2016

Çuvaldız Konusu ve Demokratik Devlet

Mümtaz Temiz arkadaşımız 08Haber gazetemizde bir değerlendirme yapmıştı. Yazının özetinde CHP’nin 30 Mart 2014 tarihinde yapılan yerel seçimlerinde Artvin dahil kalesi sayılan ilçelerinde seçimi neden kaybettiğine dikkat çekiyor ve bu noktada parti yöneticilerinin sorumluluk ve suskunluklarına dikkat çekiyordu.

Mümtaz arkadaşımızın seçimlerin kaybedilmesinde etkili olduğunu düşündüğü gerekçeler elle tutulur ve geçerli  olmalarına karşın seçimlerin sadece Artvin’de değil ülkemizin bir çok yerinde neden CHP tarafından değil iktidar partisi tarafından kazanıldığı gerçeğini açıklamaz.

Siyasi partiler neden ve nasıl seçim kazanırlar?

Siyasi partiler; toplum olarak bir arada yaşamaktan kaynaklı ortak menfaatleri savunmak veya edinilmesi amaçlı kurulmuş toplumun en geniş kesimlerinin desteğini almayı ve iktidar olmayı amaçlayan organizasyonladır. Toplumun en geniş kesiminin desteğini almak ve iktidar olma iddiası parti tercihlerinin de bir şekilde temsil edilen ekonomik, sosyal veya etnik gurupların menfaatlerinin de uzlaşabilir bir temsilini gerektirir.

Bu yönleri ile siyasi partiler, sivil toplum örgütlerinden farklılaşırlar. Sivil toplum örgütleri konu odaklıdırlar.  Meslek odaları, çevre örgütleri, ve bin bir amaçlı kurulabilen dernekler gibi.

Siyasi partilerin kuruluşları itibari ile toplum yaşamını ilgilendiren hemen her temel konuda “ortaklaşan menfaatleri ve tercihleri” iktidar olmaları halinde yaşama geçirme iddialarını içeren politika belgeleri vardır ya da olmalıdır. Eğitim, sağlık, istihdam, güvenlik, ekonomi, dış ilişkiler gibi. Bu politika belgeleri bir yönü ile parti örgütü ile seçmen  arasında bağ kurulmasını sağlayan bir sözleşme niteliğindedir.

Siyasi partiler, büyük halk kitleleri koalisyonudur.

Siyasi partilerin iktidar olmaları yolunda destek almayı bekledikleri bir hedef kitleleri vardır.

Kendilerini iktidar olmaya konumlandırmış bir siyasal partinin ülkede geçerli seçim sistemine de bağlı olarak halktan aldığı oy oranı siyası partinin Millet Meclisinde kaç vekil ile temsilde bulunacağını ve tek başına iktidar olup olamayacağını belirler.

Partilerin, kendilerini siyasal yelpazenin neresinde pozisyonlandırdıkları seçimlerde oy ve gerektiğinde destek almayı düşündükleri hedef kitlenin menfaatleri, ve değerleri ile uyumlu politikalar üretmesini gerekli kılar.

Ülkemizde bir şekli ile CHP kendisini merkez solda, AKP merkez ve sağda, MHP’de merkez sağda olarak konumlandırmıştır.

Siyaset ve Davranış Bilimleri; birey ve gurupların menfaatleri ve değerleri doğrultusunda davranış göstereceklerini söyler. Menfaatler ve değerler dizesi seçmenin algı ve davranışını belirleyecektir. İşin teorisi böyle söyler.

Türkiye seçimlerinde bu durum nasıl yaşama geçmiştir. Yoksullar neden sağ partiye oy verir? Ya da kendisini siyaset yelpazesinin merkez ve sağ kanadına konumlandırmış bir parti nasıl olur da bir çırpıda milyarlarca dolara denk düşecek (usule dair itirazlar meşru da olsa) yardımlar dağıtır? Türkiye’de olan biteni bilimsel olarak açıklamak gerekmez mi?

Siyasi partiler ve esas olarak siyasi partilerin lider kadroları kurumsal rekabet stratejilerini işin tabiatı gereği merkezden üretirler. Ya da üremeleri gerekir.

Parti merkez örgütü, bir şekli ile holding genel merkezi gibidir. Bilgiler genel merkeze toplanır. Genel merkez konuları hakkında en donanımlı kadrolara sahip olma şansına sahiptirler. Dolayısı ile parti politikalarının üretilmesi genel merkezler liderliğindeki bir süreçte gerçekleşmelidir. Benzer bir şekilde parti rekabet stratejisi de genel merkezden tasarlanmalıdır.

Parti ve Seçmen Tabanı İlişkileri

Siyasi partiler bir taraftan etkili bir rekabet stratejisi üretirken diğer yandan kendi seçmen kitlesine de duyarlı davranmalıdır. Partiye oy veren seçmenin parti söylemini anlaması ve desteklemesi önemli olmakla birlikte partiye henüz oy vermemiş ama “verebilir” noktasında olan seçmen kitlesi ile de etkili iletişim içerikleri, dili ve yöntemleri de devreye alınmalıdır.

Bu yönü ile de bu ve benzer süreçlerin analizi ve çözüm uygulamaları ağırlıkla genel merkez tarafından yapılmalıdır.

CHP olarak seçmen tabanının sadece yüzde 30 civarında olan bir kitlenin sizi anlaması ve destek vermesi partiyi iktidara taşımaya yeter değildir.

Yıllar önce yapılmış bir kamuoyu araştırması seçmen tabanının yüzde 72’sinin oy kullanma tercihinde bulunurken oy verecekleri adayın daha önce bir yolsuzluğa bulaşmış olup olmamasını önemsiz gördüğü gerçeğini hatırlamak gerekir.

Siyasal kültürümüzde yolsuzluk seçmen tercihlerini etkileyecek bir sorun olarak görülmüyorsa, ağırlıkla yolsuzluğa vurgu yapan bir seçim stratejisi seçmen kitlesinin yüzde 72’sini nasıl etkileyeceği sorusuna cevap aramamıştır demektir.

CHP nihayetinde yüzde 30’a yaklaşan bir oranda seçmen desteğini almıştır. Lakin bu oran CHP’yi iktidar yapmayacaktır. CHP’nin oy oranının bu seviyelerde kalmasının nedeni iktidarın ülkeyi çok iyi yönetmesi midir? Sanırım bu asıl neden değildir.

CHP neden toplumun yoksul ve fırsat eşitsizliğine muhatap kılınmış kesimin tümüne yakınının oyunu alamamaktadır? Özellikle kadın seçmenler neden CHP’ye daha az oranda oy vermektedirler? Oysa CHP’si tek parti döneminde 1930’larda kademeli olarak başlayan ve nihayet 1934 Anayasası ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasını sağlamıştı, değil mi?  Kişisel ve demokratik haklar belki de önemsiz oalrak mı değerlendiriliyor kadın seçmenlerimizce?

Seçmen, hangi partiye niçin oy vereceğine dair kararı nasıl veriyor? Seçmen, siyaset ve davranış bilimlerinin bilimlerinin büyük ölçekte “rasyonel tercihte” bulunacağını iddia ettiği gibi rasyonel midir?  Yoksa her bir seçmenin veya seçmen guruplarının rasyonelliği farklı zeminlere mi oturmaktadır?

Ya da bireyin rasyonelliği, objektifliği gölgelenebilir midir? Bireyler veya toplumlar kendi menfaatlerine aykırı davranışlar sergiler mi?

Muhalefette olan bir parti iktidar partisinin saha hakimiyetini anlamış mıdır? İktidar partisine oy vermiş  seçmen algı ve davranışında değişimi sağlayacak uygun içerikler ve iletişim yollarını tespit edebilmiş midir?

Bu ve benzeri onlarca soru sorulabilir.

Ortada olan gerçek ise seçim sonuçlarıdır.

Seçimleri kazanma noktasında verili koşullarda yaratıcı çözümler üretmeyen bir kitle partisinde ciddi seviyede bir KURUMSAL LİDERLİK sorunu var demektir.

CHP’si ülke ortalamasında ağırlıklı oylarını daha iyi eğitim almış ve gelir düzeyi orta ve üstü sayılan bir kesimden almaktadır. Toplumun bu kesimi, ekonomik ve siyasal sistemin demokratikleşmesinin kendi yaşam seviyelerinin gelişmesi açısından minimum eşik olduğunu bilen bir seçmen kesimidir. Ağırlıkla rant aktarma ile değil katma değer üretme yolu ile ülkenin gelişeceğini, adaletin başkaları için olduğu bir düzende kendileri için de olacağını düşünür. Bu seçmen kesimi tipik bir Avrupa seçmenidir. Siyasetçinin hesap vermesi gerektiğini düşünür. Şeffaflığın hakim olmasını ister. Bu seçmen kitlesi okuyan, gerektiği yerde parti liderini de eleştiren bir profildir. Gelişmiş teknik ve yöntemler ile oluşturulmaya çalışılan algı yönetimi konusunda kendi mukayesesini yapabilecek bilgi donanımı vardır. Kolayca savrulmazlar.

Ülkemizde bu oranda bir seçmenin sol partiye oy vermesi büyük ölçüde “seçmeni kredilendirecek” bir durumdur. Oysa diğer taraftan geri kalan yüzde 70 oranındaki bir seçmen kitlesinin önemli bir kesimine de ulaşmak gerekmektedir.

CHP kendisini, halkın yüzde 50’sinden fazla bir kesimden destek alacak bir şekilde pozisyonlandırmış mıdır? Bu nasıl gerçekleşebilir?

Yüksek kalitede rekabetçi iktidar olabilecek bir SOL parti mümkün mü?

Bu yönde, “rekabetçi gelişim stratejisini” kim ve nasıl üretecek?

Bu aşamada tartışma sürecini dağıtmadan hemen belirtelim ki, kurumsal rekabetçi strateji geliştirme taşra örgütlenmesinin altından kalkabileceği bir iş değildir. Parti rekabetçi politikaları küresel, bölgesel geo-politik süreç ve dinamiklerini netlikle anlamyı gerektirir. Diğer taraftan parti merkezinin; zaman içinde ve iktidar olamaları halinde dahi ayakta durmalarını sağlayabilecek bir öngörü ve bilgelikle donanmış bir “iç politika stratejik dönüşüm” belgesi üretmelidir. Bu bir araştırma ile gerçekleşecek bir iştir. Neden?

Neden sorusuna kısaca cevap vermek yerine bu sürecin mevcut durumda işleyen etkili dinamiklarine yakından bakalım.

Siyasal Kültürün Anlaşılması

toplumsal siyasal kültür ve tarihsel gelişimi o ülke siyasetçilerinin stratejik hamlelerinin çerçevesi ile operasyonel uygulama kabiliyetlerinin seçimini belirler. Ülkemiz demokrasi tarihi ne yazık ki gençtir ve çoğu siyasi haklar toplumsal mücadele süzgecinden geçerek kazanılmamış muktedirlerin tercihleri ile şekillenmiştir. Bu durum, siyasal sistemin kritik zaafları içerisinde taşıyarak gelişmesine ortam yaratmıştır.

Demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin (ekonomik, sosyal ve siyasal haklar) her kesime en ileri seviyede sağlanması ve etkili kullanılmasının temini yolunda sürekli iyileştirilmesi gereken bir politik sistem görmek yerine seçimi kazananın her şeyi alacağı bir kumar oyununa dönüştürme gayretleri bile seçmen tarafından kabul edilebilir olarak algılandığı bir ülkede yaşamaktayız.

Bu arada yakın geçmiş tarihimizde İngiltere’de yaşanmış bir durumu toplumsal kültürde “adalet” algısının ne demek olduğuna dair örnek olarak aktarmak istiyorum.

Demir Leydi olarak da bilinen Margaret Thatcher 1979 yılında yapılan genel seçimlerden başarı ile çıkar ve İngiltere Başbakan olur. Durgun İngiliz ekonomisi ciddi bir toparlanma gösterir. Sendikaların üzerine gider. Kamu kurumlarını özelleştirmeyi başlatır (yalnız bir farkla orda satılan varlıklar piyasa değeri üzerinden ve satış sonrası performans kriterlerine bağlanarak özelleştirildi). İkinci dönem de seçimleri kazandı. Arjantin’in Falkland Adlarını işgal etmesi üzerine İngiliz Ordusunun olumsuz görüşüne karşın Arjantin’e savaş açtı ve İngiltere galip geldi. Bilahere 3. kez seçimi kazandı.

Thatcher, Belediye vergilerinin “bina bant aralığı değeri” üzerinden değil içinde yaşayan insan sayısına göre alacağını beyan etti. Buna halk “kelle vergisi” adını koydu. Muhalefet bugün Türkiye’de olduğu gibi parlamentoda sayısal olarak çok zayıf temsile sahipti. Thatcher, ne muhalefeti ne de sivil toplumu dinleme havasında idi.

Kelle vergisi kanunu geçecekti. Kendi partisinden bir gurup milletvekili teklif edilen kanun değişikliğinin “vergide adalet” ilkesine aykırı olduğunu söylemeye başladı. Bu yönde bir değişiklik olursa İngiliz demokrasinin büyük darbe alacağını dillendirdi. Nihayet her yıl yapılan parti kurultay zamanı geldi. Muhalif seslerin lideri Michael Haseltine liderliğe aday olduğunu söyledi. Adaylık gerekçesinde temel söylemi KELLE VERGİSİ kanunlaşırsa İngiltere’deki siyasal sistemin büyük zarar göreceği yönünde idi.

Kurultayda Genel Başkanlık seçimi oldu. Ve Thatcher gerekli oyu alamadığı için Başkanlığı düştü.

Yerine Haseltine’in parti başkanı olmasını istemeyenlerin oyları ile John Major parti başkanı ve dolayısı ile başbakan seçildi.

Thatcher’i iktidardan kendi partisi uzaklaştırdı. Ne seçmeni ne de muhalefet. Bizde gerektiğinde benzer bir durumu tesis edecek bir vekil havuzu var mı dersiniz? Batının şapka çıkaracağım az sayıdaki erdemli davranışlarından birisidir bu olay.

2003 yılında Irak’ın işgali ve Saddam rejiminin devrilmesi ile sonuçlanan savaş arifesinde Londra’da 1,5 milyon insan “Irak’ta kitle imha silahlarının olmadığı, ve savaşın Iraklılara kan ve gözyaşı getirmesi dışında Irak’a bir şey katmayacağı, savaşın enerji kaynaklarına konma amaçlı ve haksız bir savaş olduğunu” haykırarak protestoda bulundu. Bizde ise Erbakan Hoca destekçileri ve solcu guruplardan oluşan toplamda 5-10 bin insan protesto yaptı İstanbul’da. Ülkenin gerisinde çıt yoktu desek yeridir. Bir buçuk milyon İngiliz vatandaşı Iraklılar için adalet diyordu. Nedense biz komşumuz için diyemez olmuştuk.

Demokrasi kültürü ile seçmen algı ve davranışı bu yönde olan toplumlar ile bizim gibi toplumları mukayese ederken ve daha da önemlisi ne yapmak gerekir diye kafa yorarken ayaklarımızın her zaman yere basması esas olmalıdır.

Bizde Durum Nedir? Bu noktada modern çağın en etkili siyasal araçları olarak yazılı ve görsel medya ve marifetlerine değinelim.

Siyasal bir Enstrüman Olarak Küresel İklimlendirme ve Algı Yönetimi

Kökleri eski Yunan’a ve daha sonra Roma İmparatorluğuna dayanan ve De Montesquieu tarafından modern parlamenter demokratik devlet için formüle edilen ve egemenliğin yasama, yürütme ve yargı tarafından kullanımını kabul eden Amerikan Birleşik Devletleri “Kurucu Başkanlarından” Thomas Jefferson; “vatandaşın objektif bilgi edinmesi hakkının demokratik ülke olma yolunda yüksek öneminden” söz etmiştir.

Thomas Jefferson, şirketlerin medya sahipliğine izin veren kanunu imzaladıktan sonra kendi el yazması mektubunda Amerika’nın demokratik devlet olma idealine en büyük zararı kendisinin verdiğini belgeselleştirmiştir. Jefferson’a göre iş dünyasının medya sahibi olması bilginin yurttaşlara objektif olarak ulaştırılması önünde ciddi bir engel oluşturacaktı. Günümüzde olan da budur.

Son iki yılda üretilen bilgi, insanlık tarihinin bu güne ürettiği bilgiden daha fazladır. Seçmen, yaşamın her adımında yazılı, işitsel veya görsel medya tarafından bombardıman edilmektedir. Bu bilgi yığını bireylerin herhangi bir konuda netlik sağlama gayretinin önündeki en önemli perdeleme kapasitedir.

Türkiye’de ülke çapında faaliyet gösteren gazetelerden Hürriyet hariç hiçbir gazete, dergi veya televizyon kendi imkanları ile faaliyetlerini finanse edememektedir. Yerel medya haberleşme oligoplu dışında kalabilen nispi objektifliği olan bir ölçüde marjinal iletişim kanalı olarak faaliyet yürütmektedir. Yerel medyanın bu kesimi hariç medya küçük bir azınlığın kontrolündedir.

Futbol oyununda da aynı durum geçerlidir. Sanırım Manchester United ve Arsenal dışında dünyada kar eden bir futbol takımı yoktur.

Kar etmemelerine karşın özel sektörün medya sahibi olma aşklarının nedeni ne ola ki?

Tabii ki bunca paralar nedensiz harcanmaz. Medya, vatandaşın algı ve davranışlarını yönetmedeki en önemli enstrümandır. Medya patronları, akıttıkları bu paraları başka marifetler vasıtası ile ve misli ile geri elde edemez durumda olsalar bütün bu medya sevdası bir gecede son bulur. Kolay kredi veya kazançlı ihaleler ya da yüksek rant getiren özelleştirme veya arazı kapatma gibi uygulamalar medya kurumlarına pompalanan paraların ziyadesi ile geri gelmesini sağlar. Medya bu yönü ile yazdıklarından değil yazmadıkların veya gerçek haber yazmadıklarından dolayı para kazanır.

Hangi siyasi parti, yurttaş evindeki yatağına girerken o kişinin seçimlerde nasıl oy kullanacağına dair propaganda çalışması yapmaya muktedirdir. Hiç bir parti bunu yapacak seviyede bir penetrasyona sahip olamaz.

Lakin, yatak odalarımızı dahi paylaştığımız TV ve internet ortamı bu imtiyaza sahiptir. Medyanın bu kesimi seçilen mesajları toplumun her  kesimine  uygun olarak tasarlanmış tabletler halinde son kullanıcıya ulaştırır.

Toplum yerine “kişi” ve “bencil istekleri”, kişinin sadece kendisini düşünmesi ve yüceltmesine yönelik örnekler verilir her türlü programda. Bu ister yemek tarifi, isterse bir reklam aralığı olsun. Her şey piyasalaştırılmalıdır. Ve para ve zenginlik elde etme insan yaşamının odak noktasıdır. Toplumsal kültür “beyaz anglo-saxon protestan” düşünce moduna doğru yönlendirilir. Para ve büyük şirketler ve onlarla eşleşen hemen her şey erişilmesi gereken hedefler olarak anlatılır. Paraya erişmek için her yol kabul edilebilir. Toplum değil birey vardır.

Düşünme, muhakeme yapabilme kodlarımız kaymaya başlar. Artık zenginliği, parayı, eğitimi, ve adaleti sadece kendimiz için istemeyi doğru yol bulmaya başlarız. Bu yolda yasalar da göz ardı edilebilir diye düşünürüz. Her ne kadar tabandaki bir vatandaşın bu yolda elde ettiği elle tutulur bir menfaati olmasa bile yolsuzluğu meşru bir durummuş gibi düşünmesini tesis ederiz.

1979 yılında İngiltere’de Margaret Thatcher, 1980 yılında da Ronald Reagan’ın seçimleri kazanması ile birlikte dünya yüksek perdeden neo-con (yeni muhafazakar) ekonomi politikaları ile tanışmaya başlamıştı. Bizde tercih sivil siyaset üzerinden değil askeri darbe üzerinden olmuştu. Artık, devletin ekonomide rolü marjinal bir düzeye çekilecekti.

Neo-con ekonomi politikalarının en önemli ayağı kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi olacaktı. Gerekçesi ortada idi. Zarar ediyorlardı. Nedense zarar etmelerine gerekçe teşkil eden KİT’lerin siyasetçilerce oy devşirme aracı ve arpalık olarak kullanılmasının önüne geçilmesi için tedbirlerden söz eden yoktu. Özel sektöre verilip işin içinden çıkılmalıydı.

Bizdeki özelleştirme kanunu “zarar eden” kitlerin özelleştirilmesinden söz eder. Oysa fiili durum, her KİT satılmalıdır noktasına taşınmıştır. Kamu elinde arpalık olarak kullanılan KİT’ler özelleştirilme döneminde de rant aktarma ve paylaşma amaçlı cazip iş fırsatı olarak görülecekti. Gereği yapıldı.

Yalnız bir işletmenin yönetimin kamu ya da özel sektörce yürütülmesi kurum performansında bir fark yaratıyor mu diye bir sorgulama olmadı bile. Oysa kötü yönetilen özel şirketler de kamu şirketleri de batabilir. Zira, bir kamu kuruluşu olan Fransız Elektrik İdaresi dünyadaki en başarılı şirketlerin başındadır. Hatta özel sektörce yönetilen bir çok enerji şirketlerinden bile daha başarılı.

Özelleştirmedeki esas amaç kamu yolu ile başarılı şirketler ve ortak zenginlikler yaratma algısı ve iradesini yok etmekti. Konu bu şekli ile ideolojik bir arka plana dayanıyordu. Kimin tarafından? Tabii ki dünyayı haraca bağlamış finans lobisi tarafından.

Dünya egemen sınıfı stratejik ve operasyonel kapasitelerini çok ileri seviyelere taşımış kendi menfaat ve tercihleri doğrultusunda çok zengin bir kurgu ve uygulama becerilerini devreye almışlardır.

2001 Operasyonu ve Süreç

Toplumsal ve siyasal işleyişlere bir çok değişik yöntemler ile müdahale girişimleri mümkündür. Ülkemizde gerçekleştirilen 1980 askeri darbesi siyasal rejimin yeni dönem işleyiş kurallarını koymuştu. Ülkemize giydirilen anayasal ve yasal çerçeveler ile siyasal dinamikler küresel oligarşinin bölgesel stratejilerini uygulamasında sorunlar yarattığı görüldü. Ülkemizi “bankacılık krizi” tanımı ile vuran deprem aslında siyasal sisteme “ayar çekme operasyonundan” başka bir şey değildi.

Ülkemizde başarılı bir şekilde yaşama geçirilen bu “yumuşak güç/soft power” uygulaması ile parlamentoda var olan bütün partiler tasfiye edilmiş peşinen de küresel sermayenin talepleri doğrultusunda torbalarla yasalar çıkarılmış, ekonomik zenginlikler oligarşik yapılanmanın emrine sunulmuştur.

Derviş dönemi kanunları ülke ekonomik politikalarının anglo-saxon “fay hattı” üzerine oturtulması ne gariptir ki “sürecin esası yönünde” tartışılmamıştır. Toplumun her kesimi Kemal Derviş dönemi ile gelen bu yeni dönemi desteklemiş veya sempati ile uygulamaları izlemiştir.

Ülkemiz tarım ve hayvancılıkta dökülüyorsa, bir taraftan işsizlik had safhaya ulaşmış diğer tarafta bankalar rekor karlar açıklıyorsa, ülkemiz gelir dağılımı uçurumu her gün daha da büyüyorsa, fırsatlar sadece dar bir zümreye temin ediliyorsa bütün bunlar 2001 darbesi ile ülkemizin konumlandırıldığı sürecin ürünleridir.

Algı yönetimi ile başlayan süreç seçmenin aidiyetini sağlama noktasına taşınmış ve nihayetinde seçim sürecinde tercihlerini etkiler duruma erişilmiştir.

Toplum medya kuşatması altında kilitlenmiştir.

  • “Eskiden doktora gidip tedavi olma konusunda sorunla yaşıyordum şimdi böyle değil”, hiç kimse sağlık kesiminde şişen kamu maliyetine bakmıyor. Para yerinde mi harcanıyor derdinde değil. Türkiye’nin “koruyucu hekimlikte” sıfıra yakın bir noktada olmasını önemsemiyorum, bilinen hastalılarının yüzde 40’nın sadece hijyen sorunlarından kaynaklandığını bunun da temiz içme suyu ve atık yönetimi olduğunu dile getirmiyor, hemen hiç kimse ABD ve Avrupa’da yasaklanmış bir çok gübre ve ilaç çeşidinin Türkiye gıda zincirinde olduğunu ve bizlerin, hepimizin hasta edici gıdalar ile beslendiğimizi söyleyen yok,
  • “Dünya’ya meydan okuyor. Bizim de bir dünya liderimiz var”. Hiç kimse aslında hükümetin temel ekonomi ve sosyal politikalarını ülkemize kriz sonrası giydirilen Derviş kanunları ve politikaları ile yönettiğini bu politikaların esasında ülkemiz sosyal dokusunu ciddi bir şekilde dönüştürdüğünü, toplumsal (community) temelli bir ülkeden parayı verenin düdüğü çaldığı bir ülkeye doğru hızla kaydığımızı bu kayışın sadece ve esaslı olarak finans burjuvazisine yaradığını söylemiyor (meşhur finans lobisi),
  • “Çalıyor ama yapıyorlar da”. Sanki çalmadan bir şeyler yapmak mümkün değilmiş gibi,
  • “Benden değil devletten çalıyorlar”. Aslında filmin koptuğu yer burasıdır. Henüz vatandaşlarımızın çoğu kendisi “aslı” olmak üzere seçilmiş vekillere hesap sorması gerektiğini düşünmüyor. Toplumsal gelişimimizin bireyselleşme evresinde tıkandığı; sosyalleşme ve siyasallaşma sürecine henüz intikal etmeyen ve bunun gibi gerekçeleri olan çok geniş bir kitlenin olduğu göreceğiz.

Bütün bu durumlara karşın yine de vatandaşı anlayıp “onun bulunduğu yerden” başlayarak farkındalık eşiğini hızla geliştirmesi ve siyasi tercihlerini nitelikli  yapabileceği bir zihni modelin kendisine sağlanmasının önemini görmek lazım. Bu bir iş hedefi olmalıdır ve yaşama geçirilmesi mümkündür.

AKP ve CHP’ye oy veren seçmen profillerinde kritik farklılıklar vardır. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki AKP seçmeninin yüzde 85’i henüz internet kullanmamaktadır. Bu oran bize aynı zamanda AKP’ye oy veren vatandaşların hakim medya dışında bağımsız bilgi edinme kaynaklarına erişim imkanlarının olmadığını göstermektedir. İktidarın kontrolü ve etkisi altındaki gazete, radyo ve televizyonlardan orantısız ve objektiflikten yoksun bir propagandaya maruz kalan kitlelerin madalyonun diğer yüzü hakkında bilgi sahibi olmasını bekleyemeyiz. Bu kesim vatandaşlara yönelik ısrarlı ve sürekli bir gündem karartmasının seçmen üzerinde etkisi olacaktır ve olmuştur.

Toplumun en yoksul ve eğitim düzeyi düşük olan vatandaşların ağırlıklı olarak iktidar partisini tercih etmelerinin nedenlerinden birisi de ayni yardımlardır. Gerek merkezi hükümet bütçesi gerekse belediyeler üzerinden yapılan yardımlardan yararlanan yurttaşlar ciddi seviyelerde marke edilerek partiye üye olmaları ve oy vermelerinin kendi menfaatleri açısından önemi her daim hatırlatılmaktadır. Vatandaş, bu türden sosyal yardımları devletin “ihtiyaç değerlemesi üzerinden” kendisine bir hak olarak verildiğini değil yardımın doğrudan partinin patronajı ile yapıldığını düşünmektedir. İş Kur uygulamaları da bu yöndedir. Partiye üyelik ve oy verme talebi İş Kur üzerinden gelir elde etme yönünde yoğun olarak kullanılmıştır.

Sol seçmenin, adaya belirleme ve seçme hakkının kendisinde olması gerektiğini düşündüğü doğrudur. Atama yolu ile yapılan uygulamalar AKP seçmenin siyasi tercihini değiştirmezken Sol seçmen bu yöndeki bir uygulamaya karşın protesto davranışını gösterip sandığa gitmemeyi tercih edebilmektedir.

Buna karşın AKP’ye oy verenlerin CHP’nin bütün adaylarını parti üyelerinin belirleyeceği bir yol ile aday seçimini yapmış olsa da bu durum da AKP’ye giden oyların CHP’ye gideceğini düşünmek doğru değildir. Bu gün AKP’ye oy verenlerin adayın nasıl gösterildiğine dair tepkisi nötrdür. Yani oy tercihi üzerindeki etkisi yoktur.

Yapılan araştırmalarda ortaya çıkan bir diğer husus ise; oy kullananların yüzde 72’si oy verme sürecinde oy verecekleri adayın daha önce bir yolsuzluğa karışmış olmasının kendi siyasi tercihini değiştirmeyeceğini ifade etmiştir. Kısacası, Seçmenlerin önemli bir kesimi yolsuzluk konusunda duyarsızdır. Duyarlı olanların oyları ise zaten bellidir. İngiltere’deki Muhafazakar Parti Milletvekillerinin KELLE VERGİSİ kanunu çıkarmak yerine dünya çapında nam salmış liderini koltuğundan etmesi nire bizim ülkemiz nire?

Bu noktada tarihi yaşanmışlığı sizinle paylaşalım.

Küresel egemen güçler ülkemize yüksek ilgi duymaktadırlar. Bunun sonucu olarak ülkemizde ne olup biteceği onlar için de çok önem kazanır hale gelmiştir.  

Son beş yılda özellikle Artvin ilinde gördüğüm şudur. Artvin bir sorunlar yumağı gibidir. Ulaşım bir sorundur. Özellikle köyler bu sorunu katlayarak yaşamaktadır. Nitelikli istihdam bir diğer kronik sorundur. Tabii ki Fakülte mezunu insanları İŞ KUR üzerinden asgari ücretle istihdam etmeyi marifet saymazsak. Sağlık alanında sorunlarımız devam etmektedir. Artvin halkının önemli bir kısmı çeşmesinden kaliteli su içememektedir. Doğal çevre üzerinde yüksek baskı oluşturan projeler ortada iken yürüyen enerji projelerinden yöre halkının fayda elde etmesine dair bir nefes bile tüketilmemektedir. Çöp/atıklar gözünüzün alabildiği her yere dökülmektedir.  Bunlar genel başlıkların bazıları. Bu kadar kronik sorunların içinde yaşayan Artvin ilinde muhalefetin malzeme bulma sorunu mu var?

Seçimlerin seçim kampanyalarında kazanılmayacağını artık bilmeyenimiz yoktur sanırım.

Artvin sorunları havuzu dolu da Türkiye’nin sorun havuzu boş mu sanki!

Dış politikaya, Güney Doğu, istihdam, zenginlik ve gelir dağılımında gittikçe büyüyen makas, eğitim ve adalet kurumlarının içler acısı durumu, yolsuzluk ve kişisel tüketim kredilerinde patlama noktasına erişmiş balon. Daha niceleri.

İyi de sizin ne dediğinizi dinleyen var mı? Sizin önceliğiniz “Onun”  öncelikleri ile çakışıyor mu?

Leave Comments